13 Aralık 2016 Salı

Halep düşerken neredeydiniz?


Halep düşerken neredeydiniz? (Zira ben çok uzaklaşmamıştım...)

Halep kanıyor, ölüyor, düşüyor. Halep'ten geriye izahı mümkün olmayan bir vebal kalıyor. Sadece makam ve güç sahiplerine değil, hepimize, hatta belki de en çok bize. Ve o vakit geldiğinde, ki geleceğine şüphe yok, 'Halep ölürken sen neredeydin?' diye sorulduğunda, verecek cevabımız, cevabınız var mı? Bir an için Halep'in düştüğünü düşünün.
Bir an için İstanbul'un düştüğünü düşünün.
Gram güvenim yok ki Halep'i bir başına bırakan biz sonra başka şehirler düşecek olsa bir Ademoğlundan bir ufak şey umabilelim.
Yok.
Öldü.
Halep öldü, ve vebali sırtımızda. Ölen ilk kent değil maalesef, daha kötüsü sonuncu olmayacak biz böyleyken.
Halep'ten bir çocuk, "Dünya burada bize ne yaptıklarından haberdar değil, bilseler bize yardım ederlerdi" dedi. Bir çocuk dedi. Ah.

Dünya orada size ne yaptıklarından haberdar, biz orada size ne yaptıklarından haberdarız. Esed'in, müttefiklerinin size neler yaptıklarını inan çok iyi biliyoruz. Size saldırdıklarını, yuvalarınızı başınıza yıktıklarını, olur da ölemediyseniz diye bir de hastanelerinize saldırdıklarından haberdarız.
Kardeşlerinin nasıl öldürüldüğünden -zira izledik yüzlercesini- annelerin nasıl feryat ettiklerinden, evladını gömen babalardan, her şeyden haberdarız. Bir kendimizden haberdar değiliz, ne yaptığımızı niye yaptığımızdan ve hâlâ neden bir şey yapmadığımızdan.

Artık Halep'ten gelen mesajlar ve tweetler, ortak bir şekilde başlıyor: "Bu muhtemelen benim son mesajım olabilir..." umut ölüyor, insanlık zaten öldü.
Bosna savaşını, soykırımı hatırlayın. Alija "Biz ölüyoruz, ama onlar da kazanmıyorlar" demişti. Doğru. Mazlumlar ölüyor, zalimler kazanmıyor; ama hep biz kaybediyoruz, izleyenler, insanız diyenler.
Halep ölünce, ne olacak? Kenti ve insanını da geç, Halep ölünce. Görmek isteyenler görecek ki Halep öldürülebildi, hatta öyle kolay oldu ki, kimse böyle kolay olmasını beklemiyordu, kimse kimsenin bu kadar sağır olmasını, açıkçası ummazdı.
Halep öldüyse, ve ölürken sesi çıkmadıysa sesi çıkması gerekenlerin, İstanbul yahut bir diğeri öldürülecek olsa, onlardan yine çok bir şey beklenmeyecektir.
Şimdilerde Batı en büyük meselelerden görüyor mültecileri. Konu hakkında sayısız makale yazıldı, konferans düzenlendi, hâlâ düzenleniyor, geçen gün birindeydim. Bir şehir kanıyor ve Batı sıçrayan kanla uğraşıyor, o kanda sıkışıyor, o sıçrayan kanla başa çıkamıyor. Oysa hepimiz önce kanayan yere müdahale edilmesi gerektiğini biliriz. Haydi onları anlıyorum, şaşırtmıyorlar, Batı Batılığını yapıyor.
Peki biz?
Biz ne yapıyoruz? Halep düştü düşecek, Halep düşerken biz ne yapıyoruz?

Görmedim diyemeyeceğiz, duymadım diyemeyeceğiz, bilmiyordum diyemeyeceğiz.

Cevaplarınızı, izahiyetlerinizi ve veballerinizi hazırlasanız iyi edersiniz, çünkü sınavda buradan sorumluyuz.

5 Ocak 2014 Pazar

BAŞLIKLAR DA ÖN YARGIDIR

İki yıl önce, okul dergisi için -geç kalındığı için yayınlanmamış olsa da- bir yazı yazmıştım. Yeni kitaplar bitirdiğim dönemlere denk gelmiş olacak ki üslubum daha farklı. Arşivde kalacağına paylaşayım dedim, izninizle:

Yiyeceklerin, haberlerin, ürünlerin gerçek olup olmadığı üzerine uzun soluklu tartışmalar yapılan şu günlerde şöyle bir sormak gerekir gerçek nedir diye.
        Olgular mıdır gerçek olan, yoksa farklı görüşler mi? Ön yargılardır muhakkak. Katı, soğuk ve gerçek. Belki biraz fazla resmi ama kesinlikle merhametli değil… İlk görüş, ilk dokunuş, ilk duyum önemlidir elbet, ama iyi etki için değil, ön yargı için. Şu da şöyleymiş denilsin isteriz. Şu dahaca böyleymiş. Doğru mu, yanlış mı? Kimin umurunda! Bir şeyler gevelenir ve o yapışır en sert şekilde karşı tarafa. Genellikle değildir karşıdakiler; ne aptal, ne dinsiz, ne duygusuz, ne düşüncesiz. Öyle de olmamışlardır asla, ama olay bu ya, denir işte. Birinin elinde bilgisayar kasası vardır misal, ürkekçe gider bir yerlere (yol hep vardır hem, yolculuk hep…) hemen konuşulur: Bak hırsıza hırsıza. Duymak istemediğin gerçekler vurulur en sonunda tekrardan suratına: Bak sen şu arsıza! Yakışıklı bir bey görürsün, ukaladır mesela kesinlikle, acımasızdır, gaddardır. Ve güzel bir hanımefendi, o muhakkak ahlaksızdır.
Onca yılının, onca yaşadığının ardına sadece birkaç saniye yeter sizin hakkınızda yorum yapma sahibi olmaları için. Tabi yaa! Bilmeden yorum yaparlar kendi gerçekliklerinde. Nietzsche derki: “Ve en haksız davrandıklarımız bize karşı olanlar değil, bizi hiç ilgilendirmeyenlerdir.” Nietzsche mi kim? Nietzsche şimdi ismini telaffuz ederken iki kez düşündüğün biri, hakkında duyumunsa, dinsiz, ateist, deli. Kolaydır elbet bilmeden söylemek bir şeyleri. Birini görürsün, örneğin babası asker. “Kesin mezhebi geniş bunların” denir. Sana ne be adam, sen nereden bilesin. Birine rastlarsın, babası imam. “Hah, işte bu da gerici.” Birini duyarsın sosyalisttir kendisi. “Ve bu da, anarşist!” Peki sen nesin? Sana neler denir? Sen ne zekisin.
Kaçarsın. Hayat hep bir kaçıştır belki de. Geleceğe gitmek için geçmişten, gerçeği bulmak için ön yargıdan veya… Ön yargı diyorum çünkü çoğu yalandır. Ve ben şimdi, evet ön yargılıyım ön yargıya. Siz insan sarrafları, bir düşünün, biraz sorgulayın. Daha iyi olmaz mıydı diğer türlüsü? Ön yargı diye bir şey olmasaydı daha özgür olmaz mıydık? Örneğin sonsuz kavramı olmasaydı, hüzünlendirmezdi ölümlü oluşumuz. İşte gerçek budur. Bizler kendi kalıplarımızı çizer onlarla yaşarız. Onlardır bizim korkularımız, umutlarımız, acımız. Gerçek, sürü demektir. Sürü psikolojisine en iyi örnektir. Bir şeyler belirlenir, çoğunluğun dahi beyinlerine doğru ve hoş gelir, kabul edilir. Yalanlarsa kurdun kaptığı kuzudur. Yok edilir, mahvolur, mahvolunur.
Sizler için hayal kırıklığı olduğumdan hiç şüphem yok mesela. Beceriksizliğimden, gereksizliğimden, enerjikliğim ya da durgunluğumdan, kiminizi sevemediğimden, baltalarınızdan birine sap olmamışlığımdan hatta olmayacak olmamdan, hüznümden, her umut ettiğimde dünyanın demotive etmek için orada bulunma durumundan falan eminim. Bunları çoğaltabilirim, çoğaltabileceğimden eminim…*
Hadi yıkın şimdi duvarlarınızı, kendi gerçeklerinizi inşa edin, ön yargıları kırın. Çünkü dünyanın buna ihtiyacı var, bizim buna ihtiyacımız var. Kendiniz olun. Çünkü hayat fazla kısa, dünya fazla kalabalık. Ön yargılar için edin en yüce hakaretlerinizi.
Elvis Presley, kalçalarını ilk hissettirdiğinde ön yargıyla yüzleşti. Eleştirildi, kınandı hatta. O umursamadı. Kendisi şimdiyse bir idol. Coco Chanel, giyimi nedeniyle çevresi tarafından garipsendi, onun tarzını o zamanlar gülünç bulan hatta dişilikten uzak olduğunu düşünenler bile vardı. Oysa o rahat giyinmeyi seçti ve modern kadın giyiminin öncüsü oldu, tabuları yıktı. Kendi imparatorluğunu kurdu. Zaten genelde önemli şahsiyetler köyün istenmeyenleridir. Sizlerden kalçalarınızı sallamanızı ya da tasarıma girişmenizi istemiyorum.
Sadece merak uyandırın. Farklı olun, bırakın sizi eleştirelim, sizin hakkınızda atıp tutalım. Sizlerse bir köşeye geçip bizi dinleyin ve eğlenin.
Hadi hayallerimizi ‘gerçek’leştirelim!

*Nereden alındığı bilinmediğinden kaynak gösterilemeyen alıntı

4 Kasım 2013 Pazartesi

On Yedisinde Bir Gencin Çalakalem Yazma Denemeleri

Yaklaşık 17 yıllık bir süreç içerisinde edindiğim bilgilere göre gurur ve kibir en büyük kötülüklerdendir. Hatta yanlış kimselerin elinde tamamen yıkıma uğratır. Şeytan da gururluydu ve kibrinden kaybetti cenneti. Adem yaratıldığında, "Ben" ile başladı konuşmaya, "Ben" dedi "ateştenim, o ise balçıktan!" Yaratıcısına daha iyi yaratıldığına inandığı için küstahlık ediyordu. Bir de tanrı olarak atfedildiğinde sahip olacağı kibri düşünün. İbret olsun diyeydi hem de elbet, ve ikinci dersi gibiydi alması gereken insanlığın. Fakat insanlar ibret almadılar. Çoğaldılar, dünyaya sığamaz oldular ancak yine de kendilerini üstün gördüler. Binde, milyonda, milyarda yalnızca birdiler, bir kuldular, acizdiler, bir Yaradan kıymet veriyordu onlara bir de Yaradan'ın istedikleri. Tek olduklarını, "en" olduklarını düşündüler, oysa sahip oldukları tek şey cüzi iradeleriydi emanet aldıkları, ha onu da Allah vermişti ya, neyse. Düşünebildikleri için önce kendilerini diğer mahlukattan ayırdılar. Akıl edebiliyorlardı evet, gerçi böylesi çok daha ağırdı aslında, sorumlu olmak. Zaman geçtikçe kendilerini kendilerinden üstün gördüler, rekabete giriştiler, hayvana özgü bir durumdu bu da. Ve gün geldi kendileri ve oluşturduklarıyla, buna bilim dediler, bir başka deyişle O'nun yarattıkları ve yarattıklarının kendi izniyle yaptığı keşiflerle, baş kaldırdılar. Bilim dediler asıl rehber ve biz de asıl tanrılarız! Vaaz vermeye başladılar kendi uydurmalarıyla. Kesin bilgi yoktur dediler, çok geçmeden bilimin doğrusu kesindir dediler. Hepsi demokrasi aşığı, diktatörlere dönüştüler. Gerçeğin zıttı yalan değil, dindir dediler. "Gerçek" dedikleri çıkarlarına göre değişen şeydi, sahteydi. Bu durumda aslolan elbet inanmaktı. Gerçi onlar da inandılar. Çünkü insan inanmaya mecburdu. Puta inandılar, paraya inandılar, hazza maddiyata inandılar, inançsızlığa inandılar, kendilerine inandılar... Kendi kendilerinin tanrısı oldular ve buna hür olmak dediler, hür olmayı da yanlış anladılar. "Bilim," dediler yine gurur duyarak yaptıkları şeyden "her sorunun cevabı. Artık mitler yok ve din de!", "Bilim gelişimini sürdürüyor" diye eklediler "Ve bir gün cevapsız hiçbir soru kalmayacak, işte o gün beyler, hepimiz bir kez daha yücelecek ve tanrıyı tamamen gömeceğiz." Bilimin gelişmekte olduğu aşikârdı, fakat bilim eksikti. Rehber olacaktı sözde, oysa nasıl olsundu. Yetersiz bir şeyin yetkin şeyleri açıklaması, rehberliği kabul edilir değildir. Dini yetersiz buldukları için küstahlık yapmamışlar mıydı geçen? Peki daha yetersiz bir şeye bu denli itimat nedendi? Tabiki kinden. Kendi acizliğinden ötürü yaratıcısına kin duymuştu insan "en mükemmel" olduğunu iddia ettiği halde. Katlanamazdı nerede Yaradan'a minnet duyan bir kul görse. Yasaklar, aşağılar, hor görürdü hemen. Kendi gibi birkaçını daha toplar gülerlerdi boyuna. Gülsünlerdi, hor görsünlerdi. Minnet duyanın umurunda değildi Allah'ın da umurunda değilse. Oysa Allah'ın umurundaydı, çünkü o Rahman'dı. Herkese dünyada rızkını verendi. İstese yarattıklarını, yarattıklarının çocuklarını ve onların çocuklarını da yok etmez miydi? Ederdi elbet. Ancak ibret alsındı insan, zararın neresinden dönersen kârdır çünkü. Hem ilginç bir şekilde bilimle birlikte mitlerin de popülaritesi arttı. Her şeyin açıklanması sıfır gizem demekti ve bu heyecan uyandırmazdı. İnsan şaşırmak mucize görmek isterdi öteden beri. Farklı olanla, insan dışı olanla irtibata geçmek isterdi, budur zaten sebebi, cin, ruh vs çağırmanın, ayin yapmanın. Hiç gerek yoktu aslında ekstra çaba harcamasına, fizyolojik olarak insan olan öyle çeşitli mahlûklar vardı ki yeryüzünde. Hepsiyle de gün içinde görüşmüşlüğü olurdu. Bilim gelişti, onunla birlikte mitoloji de. Karma ırklar, yeni klanlar ve milyon farklı çeşit sunan fantastik bir dünya kurma çabasına girişti insan. Batıl da gelişti. İnsan tanrılar medya yoluyla batılı arzu edilir kıldı. İlgi çekici bir grup genci sundu ve işte vampir, işte kurt adam, şunlar da zombiler... Toplumların inanç ihtiyacını insansı tanrı fikirlerine yönelttiler, çünkü toplumu maddiyatçı hale getirdiler. Topluma somutu övdüler, efsaneleri evirip çevirdiler ve kendilerine uyarladılar. Olimpos'a inanan arkadaşlar alınmasın teoride herkesin fikri kendinedir fakat içki tanrısı nedir? İçkinin tanrısı mı olur? Böylesi nefsi bir durumun bir tanrısının olması politeistler için bile pek makul olmamalı haksız mıyım? İhtiyaca binaen oluşturulmuş tanrılar(!) İnsan acizdi, topraktandı ama kendini çok gördü! Hasmı da bir zamanlar aynını yapmamış mıydı? "Ben" diye başlamıştı söze insan da, "Ben" demişti ve gurur duymuştu bu sözcükle.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Aloha!

Sınav senemde olmamın verdiği dürtülerden dolayı ders çalışmaya başladığım an bir türlü zihnimi rahat bırakmayan yazma arzumun geri dönmesi üzerine yeni blog oluşturma kararı aldım, mümkün olduğunca çok yönlü olmayı amaçlıyorum fakat, zaman gösterecek. Takipte kaldığınız için teşekkürler.